11 Mart 2009

bir gece

Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilmeden yürüdüm o gece. Kalabalık her zaman olduğu kadar yoğun değildi ve böylesi benim için çok daha iyiydi. Zihnimi dağıtmak için insanların yüzlerini inceliyordum yürürken ve bu durumdan çok da hoşnut olduğumu söyleyemem; muhtemelen boş bakışlarla etrafı süzüyordum. Kalabalığın az olması biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Aslında umurumda değildi boş bakışlarım, umurumda olan zihnimdekilerdi ve zihnim bana pek kolaylık sağlamıyordu o gece. Beni oraya buraya çekiştiriyor ve geriyordu. Sessiz sakin bir yere, evime gitmek ve kendimi kalabıkların arasında kaybetmek arasında gidip geliyordum sürekli. Yavaş ve ritimsiz adımlarla yol alırken sigara üstüne sigara yaktım bütün gece. Derken bir şarkı beni çekti ve kendimi bir kitapçının önünde buldum. Sigaramı içerken dinledim müziği. Ama yeteri kadar duyulmuyordu müzik ve elimde bir bira olsa hiç fena olmazdı. Kalabalıktan nefret ettim ve kendimi kitapların arasında buldum. Nereye gideceğimi bilmeden yürürken şimdi gözlerim kitap ve yazar isimleri üzerinde geziniyordu.

Müzik çalmaya devam etti ve elime kitaplar almaya başladım, durduğum yer tam da Bukowski kitaplarının önüydü. Birkaç şiir okudum önce, kitap arkalarına, ilk cümlelerine ve rasgele çevirdiğim sayfalarına göz attım. Kısa hayatını okudum. Her zaman düşündüğüm gibi çevirmeninin hayatını düşündüm. Hep merak etmişimdir ve çok az rastlarım bir kitapta çevirmeni hakkında bilgiye. Oysa bir insan bir kitabı boşuna çevirmez. Bir kitabı okuduğumda çevirmenin başka hangi kitapları çevirdiğini bilmek isterim ve hatta yazdıklarını. Ortak bir ilgi oluşmuştur çünkü o noktada çevirmenle. Yazarı kadar çevirmenini de kendime yakın hissederim bir kitabın. Hem yazar okumanın yanısıra çevirmen okumanın da ayrı bir güzelliği vardır benim için. Çevirdiği bir kitabı sevdiysem, diğer çevirileri de ilgimi çeker çoğunlukla.

Boris Vian kitaplarına göz attım sonra, Sartre kitaplarına, Palahniuk’a, bazı kitaplarda kapakta bile geçmiyordu çevirmenin ismi. Yayıncılara sinirlendim ve elimde hala bir bira yoktu. Oysa bir kitapçıda kitaplar arasında dolaşırken bira içmek ne kadar keyifli olurdu. Müzik hala çalıyordu ama ben artık daha çok kitaplara odaklanmıştım. Bir kaç kitap almaya karar verdim. Sanırım bu konuda kendimi pek dizginleyemiyorum özellikle son zamanlarda. Artık etiketlere de göz atıyordum. Bir Palahniuk bir Vian ve bir de Sartre aldım. Varoluşçuluk. İki baskısı vardı Varoluşçuluk’un, 2005 ve 2007. 2005’in kapağı daha yüksek gramajlıydı, koltuğumun altına koyup devam ettim. Bukowski bu furyaya yetişememişti, ona bakarken kitap almayı düşünmüyordum henüz. Sonra klasik dünya edebiyatı raflarına yöneldim, pek zamanı değildi sanırım. Çok vakit harcamadan şiir reyonuna geçtim ve bir de Cem Akaş kitabı aldım. İnce uzun düz bordo bir kapak, sadece yazarın ve kitabın ismini taşıyordu. Hafif pürüzlü bir doku ve henüz birbirinden ayrılmamış sayfalar. Çok çekiciydi. Dört kitap almıştım ve sanırım artık durmalıydım. Ama dolaşmaya devam ettim. Dergilere göz attım biraz. Sosyoloji, felsefe raflarında dolaştım. Yavaş yavaş kütüphane zamanlarımın geldiğini hissettim. Açıkçası gelmesini de istiyordum. Yirmiüç yaşındaydım ve doğru düzgün bir kütüphane alışkanlığım olmamıştı hiç*. Kalabalıklara sinirlendim ve özellikle kendime. Kalabalıklardan bana neydi ki?

Çıktığımda biraz rahatlamıştım. Kitap almak rahatlatıyor beni, sayfalara dokunmak. Sonra o kitap kokusu. Duyanda beni çok okuyan biri zannedecek, gerçi şu aralar fena okumuyorum ama okumak da yazmak da bir mücadele aslında benim için. Eksikliklerini hissediyorum hayatımda olmadıklarında ama yine de birşey yapamıyorum bazen. Hiç gitmeyeceklerini bilmek küstahça ve adice bir güven veriyor bana. Haksızlık ettiğimi de biliyorum onlara karşı. Gerçi yazmak çok farklı. Yazabildiğimden hiç emin olmadım. İlk gençlik yıllarımda beğenirdim yazdığım şiirlerin bazılarını. Düz yazıya pek yaklaşmazdım. Sonra o defterler kayboldu.

Yazdıklarım ve düşündüklerim beni heyecanlandırmalı önce, tabi yaptığım diğer şeyler de öyle. Kurduğum cümleler beni vurmalı. Beğeneceksem de beğenmeyeceksem de böyle olmalı bu. İnişlerim ve çıkışlarım ancak o zaman anlamlı olur. Heyecan vermeli yaşamak bana. Cümleler durduğunda uyku bastırır ya da bir başka şey yapma fikri dolar zihnime. Müziği mi değiştirmeli acaba? Gidip kendime bir votka daha mı koysam? Ellerim saçlarımın arasında gezinir, başımı tavana kaldırıp bakarım. Oysa bakmam gerken yer kendim olur çoğu zaman ve ben en cesur cümleleri henüz kurmadım. Ama müziği gerçekten değiştirmeli sanırım. İşte o anda albüm zaten bitmişse işlerin yoluna gireceğinin işaretidir. Yeni bir albüm koyarsın ve yeni bir yerdesindir artık. Üstelik eski yerini de zamansız terketmeden, tam kararında.


*Yirmibeş yaşındayım ve hala yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder