28 Şubat 2009

bana bir ikilik yapar mısınız?

Yazmak insanlara sizden nefret etme hakkı tanır. Tahmin edersiniz ki tersi de geçerli. Bu noktada hangisini tercih edeceği kısmen yazara kalmıştır ama ben daha çok aç gözlü olanları severim. Saatlerle yetinemeyip uykusuz kalan aç gözlü hayalperestleri. Okunduğunda sevgiyle karışık bir kıskançlık uyandıracak zeka parıltılarını. Hatta okkalı bir küfrü akla getirecek mıhlanmaları. İyi, kötü demeden sergileyen yüce imge kurucularını. 

Etraftan birşeyler duymak istediğinizde her zaman karşınıza çıkacak cümleler bulunur. İyi dinlerseniz her ses cümledir diyebilirim, sessizlik de pek tabi. Zaten cümlenin dizgiselliği de o kadar önemli değil. Kelime bulutunun içinde yaşamaya çoktan alıştığımızı düşünüyorum. Öyle mi? İkisiyle birden başedemeden varolmak imkanlı mı artık? Her neyse, kalanlar da gidenler de hep bizden gibi görünüyor nasıl olsa, gerçekten kalmadıkları ya da hiçbir yere gitmediklerinden olsa gerek. Hep bir ikilik, bir tane daha mı; yoksa?...

Güzel kelimeler bulup etrafında cümleler şekillendirmek yazmak olabilir. Yine de mesele öznelliğinde düğümleniyor. Nefret ya da sevginin çıktığı yerdir burası. Kimin güzeli? Ve ben bu seçilmişe baktığımda ne hissediyorum? Sahi, siz ne hissediyorsunuz seçilmişler hakkında? Tamam çok fazla soru sormayacağım artık, ama bu cevaplar vereceğim anlamına da gelmez; sanki vermem imkanlıymış gibi...

Bana bir ikilik yapar mısınız? Bırakın okumayın artık, işte oldu bile. Yazın heryerden fışkırır. Satır üzerinde gezinen gözlerin çıkardığı sesten bile; ve bu bazen son cümleye duyulan meraktır. 

27 Şubat 2009

taşan aklın kıyısı ötesine

sadece diğerlerinden az muhtemel

iyiyi görmek için yaşamayacak.

kendinizde hastalık üretin

bir şaheser ümit edin. 


görüşler sadece zamanımı harcadı. 


daha önce yapılmış olan

bir süsten ziyade,

çılgın sığınaklardalar. 

her dakika doğan bir arayıcı var,

erkekler bozulmuş, yasalar çiğnenmiş

akıllı insanlar şüpheyle dolu,

fırtınayı bilen.


kalabılığın acayiplikleri

serbest kalmayı bekliyor.


beni davet bile etmediler

ardından geleni bilmeksizin.

sadece yalın kaosu 

farklılaşmamış garipliğin.

şeylerden yaptığımız pislik

çizgiden ibaret bir yerlere çizdiğimiz;

belki de gezegeni, havaya uçurmayız. 


değerlerin doğru ölçeğinde

çoşkuyla yuvarlanacak.

sonraki an için en iyi yer

müstehcen olmalı

ve duyulmamış;

özgürlüğüm için esas olan

içinize giyin, en çok işe yaradığı yere.

saygı duyun bütün hoş tuzaklarınıza. 


gerçeklik delirmektir,

bütün biçimde uzlaşıldı;

karmaşanın son barınağı,

haddini bilmez insanlar.

geliştirmeye çalışın onları,

sadece gösterişin özet bir anı

eğer zaman yeterliyse,

düşünmeye çalıştığınız kelime;

hayatınızın sonuna kadar huzursuz etmek istiyor.

as I know

we have nowhere to die

and no time to find.

urgent flashbacks, 

respectful sameness.

ongoing under-estimations.

a song that is not playing

and a poem about; 


to spent already.

copyleft vibes of our souls

do not come to hesitate me.

it’s just an imaginary there

to be-coming with hostile memories,

a scream over the past decade,

and a duality between.


operational issues to co-operate.

why is that “just” beautiful 

to use in a second row.

for the sake of a japanese

blue has to interpret;

walking on a harsh pavement,

with the thin layers of

and the smoke of your violence.


do not come to hesitate me.

it’s just an obligatory there.


up for the memories,

of the unknown.

over the side of a brimming mind

just less likely than others

will not live to see the good.

produce disease in yourself

expect a masterpiece.


notions have only wasted my time.


what has been done before

rather than an ornament,

are all in lunatic asylums.

there’s a seeker born every minute,

men are corrupt, laws are broken

wiser people so full of doubt,

who knew the storm.


vagaries of the crowd

waiting to be released.


they don’t even invite me

not knowing what comes next.

just the plain chaos of

undifferentiated weirdness.

the mess we have made of things

consists of drawing the line somewhere;

may be we won’t, blow up the planet.


in the right scale of values

it will roll in ecstasy.

best place for the next moment

should be obscene 

and not heard;

essential to my freedom

wear it inside, where it functions best.

respect than all your fine trappings.


reality is to go insane,

the whole form is compromised;

the last refuge of the complex,

people in an impudent way.

try to improve on them,

just a brief moment of vanity

if there is time enough,

the word you’re trying to think of;

want to annoy for the rest of your life.

24 Şubat 2009

alıntıyla başlayan

garip bir gün;
renk yok,
biçim de öyle
titreşimler sadece
elini omzuna atan
bir ağabey gibi
kardeşinin.
gelip geçen dalgalar,
sürekli süreksizliğimiz.
inelim, çıkalım,
yine de garip!
değil mi?

hayırla kurulan
karşıtlık
ilkesidir ezberinin,
aman bozulmasın
 



19 Şubat 2009

kendinden menkul değerler

Ellerim sıcak ve kuru olsun istiyorum. İhtiyatlı, ustaca, usturuplu, zarif işlerin habercisi. Ama terde emek ve heyecan da vardır; soğukta zindelik. İstekler; zamana bağlı ve değişken değerler, hepsi kendinden menkul. Gitmeye karar verip bir sabah, öğlen kalırsınız. Oysa ceket askıdadır, alınmaya hazır, cepleri dolu. Zihinse çoktan gitmiştir, başka yerlerde geziniyordur bile, çoğu zaman olduğu gibi; evindedir. Ortalama bir kura sabitlenip arz talep dengelerini kurmaya çalışır. Güncel metaforlar kurar, eleştirir bazen. Karşıdan gelenin kaldırımdan mı, yoksa yoldan mı yürüdüğü önemlidir. Ve yalnız olup olmadığı, ve elindekiler, üstündekiler, yüzündekiler; ve zihnindekiler.

Bir duvara yaklaşınca gölgesi ilgimi çeker, yüksekliği, dokunuşu. Dibine çökülebilir mi? Atlanır mı acaba üstünden? Dost mudur? Bir şişe fırlatılmış mıdır yüzüne? Sigara söndürülmüş müdür derzlerinde? Peki ne tepki vermiştir?

Gidin kendiniz sorun.

Süregelen değişkendir, ama değişkenlerden bağımsız olarak süregelir. Kendine geldiğinde değişmiştir, her kendine gelişinde öyle...Kendinde olmadığında değişkense de, yaşantılar kopuk, değerler menkul, algısal süreksizlik bakidir. Ve bir duvarın süregelişi, düşündüğümüz kadar sabit değil.

Gelgelelim izleyeni izlemek belgesel bir yöntem olabilir. Bir sokaktaki televizyon çekimini izleyen kalabılığın merakı neyle açıklanabilir? Merakın yönelimi açıkça ortaya konduğunda merak edilenin özü; ‘merak edilen’ olması ve bunun bilinmesi yüzünden değişmez mi?

  Yazının devamını merak ediyor musunuz? Ona göre devam edeceğim. Peki, yazının devamı imgedir, daha önce olduğu gibi...

14 Şubat 2009

eylemsiz şiir

bir düşün karşılığı
ve her zamanki gibi,
olağan bir başlangıç...

eylemden çeşitli,
ziyadesiyle gergin
ruh hallerinin yansıları.
sınırlarla dengesiz
bütünün ara halleri.

tanımlara bağımlı
sıfatlardan mütevellit
kırıntıları yaşantıların.


bir kaç paragraf...

Güzel şeyler küçük paketlerle gelir. Düzeltmelere ihtiyaç duyuşumuz hatalı üretimimizden olsa gerek. Bir bara oturup sadece susadığın için bira içme özgürlüğüne sahip olamamak kötü bir durum olmalı. Neyse bunlar arta kalanlar. 

Bir shot bitki likörü, öncesinde bir sigara. Yalnız takılmayı seviyorum. Sokaklarda yürüyüp insanların yüzüne bakmayı; ya da binaların. Dünya sandığımızdan çok daha ilgi çekici aslında. Ve işin en güzel tarafı kafandan geçenleri kimsenin bilmemesi; ya da bunun senin insiyatifinde oluşu; bir lanet belki bir kutsama. Biz yine de sadece, hiç değilse varoluşumuzu kutsayalım. Sonunu baştan yazdığımız hayat denemelerimiz bu kutsamaya ne kadar elverişli bilmiyorum. Belki bir gün sonunu düşünmeden yürüdüğümüz bir yol buluruz kendimize. Şimdilik dumanla idare edelim. 

Otobüste ya da metroda ayakta kitap okuyan insanlar vardır. Hep sezgisel bir sempati duymuşumdur bu insanlara, muhtemelen ben de onlardan biri olduğum için. Yakınlarındaysam ne okuduklarını görmeye çalışırım, uzaktaysam bazen tahmin oyunu oynarım. Modern yaşamın cilveleri. Geçen gün yolda okumak için Bukowski aldım, “Kaybedenin Önde Gideni”. Çantamı almamıştım o gün, yanımda ne defter ne kitap vardı. Kapağını göstermeden okudum otobüste, kendime saklamak istedim muhtemelen, belki de merak uyandırmak. Ben olsam merak ederdim. Yaşlı kurt; çantamdaki koca şişeyi açıp yanına bir sigara yakmamak için kendimi zor tuttum. Neyse ki o koca şişe vardı da onun çantamda oluşunun küstahlığına sığınabildim. Yoksa halim haraptı o sıkışık makinada. 

Sokakları en çok geceleri ıssız olduklarında seviyorum. Seslerini o zaman duyuruyorlar asıl, kendilerini o zaman hissettiriyorlar. Ürpertiyorlar mı insanı, yoksa dinginlik mi veriyorlar ya da ilham mı o zaman belli oluyor. Ve hepsi birbirinden değerli. Bazen her paragrafta bir sigara yakarsın ve devam edersin. Sokaklarda yürümek de öyle. Onca kalabalığın arasında tedirginlik duymadan gezersin ama ıssız bir sokakta yalnız yürürken karşıdan gelen ikinciye şüpheyle bakarsın. Ama kalabalıklar da tedirginlik vericidir çoğu zaman. Ne işi var bunca insanın burada? Madem buradasınız haydi içelim o zaman, tedirginlikler azalsın. 

Şimdi bana bunun ne olduğunu soracaklar. "Hiç" diyeceğim. Anlarlar mı acaba? 

Son cümle:

Güzel şeyler küçük paketlerle geliyorsa eğer, küçük paketleri küçük yapan büyük paketlerde ne var?