23 Mart 2009

kahve

yetmeliydi yeni yetmeliğimiz,

ölçüsüzken bütün hayaller;

büyüdük adam mı olduk sonunda?

şefim pardon!

hesapta bir yanlışlık var galiba; 

içtiklerimiz doğrudur da,

biz bunları yemedik.


manalı bir sona ulaşmışken,

bitirmeliydik saplantıları;

daha tazeyken gözlemlerimiz,

izin vermeliydik içimize;

kar da yağsın güneş de.


o kadar bitmiş ki, sondadır artık;

başlangıcının tek yolu,

bir başınalıktan geçer.


toprağa hiç değmemiş ruhlar; 

belki çatlamazlar ama,

vuramazlar dışarı

susuzluğun ızdırabını;

yine de yumuşaktırlar.

L

bir şiir,

sırf kelimeler

alt alta 

diziliyor, 

ve işaretlerle

vurgulanıyor

diye,

şiirse, hani belki!

gerektiğinde elbet; nasıl ki her, yan yana yazılan kelime, cümle değilse; bu da şiir olabilir. olmalıdır da; en azından, denemelidir. yine de olmadıysa, işaretli yerlerden, ayırabilirsiniz. ama bilin ki, o zaman; başlık da değişir.  

ışıklarca yıl uzakta

sadeleştirilmiş olmalıydık çoktan;

fazlalıklardan arınmış,

aç olmamalıydık en azından,

açıkta kalmamalıydık.

yetmeliydik birbirimize,

kendimize olduğu kadar.


şimdi bir çığlık neye yarar?

ancak ikiye ayırır insanları,

çığlık atanlar, ve atmayanlar. 


ortasında olmalıydık çoktan;

güzel ve geniş zamanların.

huzursuz bir mirasyedi, 

gururuyla intihar eder; 

düşümde hayal kırıkları.


altı, üç, beş derken; 

bari sayılmasın bu tur,

yeniden oynayalım.

her zamanki şımarıklığımızla;

kaybetmeye tahammülsüz,

ve habersiz duvarın ardından.

yassı silindir

vaktinde çalınan bir şarkı;

şiir müzikle başlamalı

ve elbet onunla devam etmeli.


sürükleyen bir saksafon solosunun

imgesi yeterli değil şu an,

fırça darbelerini de duymak gerek,

siyah beyaz tuşları.

heyecanla bakan gözlerdir onlar,

aynı zamanda; 

bilirler ne yapılacağını.

21 Mart 2009

homily

the beauty of sorrow,

deeps me in my ears.

better than a poem

written for a song.

much more epic

but highly avant-garde,

fairy tales of a present. 

tenseness makes me feel

the up-tempo of our lives.


purity of vibrations.


retrospect them all,

just for a creepy sound.

in the space that it is

unique and self-created.

dynamism of every noise

ended up in difference,

clearing up minds.


environmental found,

sounds from a faster look.

and the words are also,

everywhere to hear it down.

sometimes a whoopy guiding.


composed to minimalize

a young person’s expectations.

playing the life itself,

flowing hyperbolical.

experiences on existence,

firstly to be lived by ourselves.

partible memories can also;

be connected or gone.

but the sounds of ten auras,

are still here to be with.


three more minutes then I’m...

18 Mart 2009

sallanan sandalye

lo-fi tınılar dağılmış her bir tarafa.

pencereden süzülen hüzmeler,

esintide uçuşan beyaz kumaş parçaları;

yarı şeffaf, olabildiğince hafif.

yana bırakılmış bir kol, umarsız

bir sineğin uçuşunda sözlerim;

kırmızısı tuğlanın, ve dokusu.

hareket eden gölgeler.


ustadır yaşanmışlığında sakinin;

parmak izimi bıraktığım kadehler,

tenimde lekelenen duman bulutları.

hayale açık, kuzey patikaları renginde 

taze ve gittiğimden habersiz.


ışığın tonları bulaşmış yelkenlere; 

savrulan sesler içinde arıza.

derinde gezinen enerji akışları,

biraz korkak, ve buyurgandır hiçe.

ellerimle büyüledim masanın kenarını,

kimselere çarpamasın diye.

beklenen kampanya

usanmaz riyakarlık,

terkedilmiş topraklar;

yıkıma uzanan top güllesi,

medeniyetin ayak sesleri.

çılgınlığa tabi harcanış,

tasarlanmış bağımlılık;

anı anda tüketen,

yaşantısız parıltılar.


bir çubuk çek farketmez,

oniki taksite böleriz.

öyleyse

döndüğümde susarız,

şimdi konuşalım;

ama gelince köşeye

bana da haber ver,

çarpışmayalım.


yorduğumda seyreliriz,

şimdi çoğalalım;

suya suskun olunca

öylesine dert ederler,

farklılaşmayalım.


sezdiğimde coşarız,

şimdi durulalım;

yakınımdan geçersen

kimselere duyurma,

hırpalanmayalım.


gördüğümde sergileriz,

şimdi gizleyelim;

rengin belli olunca

bana bir sigara ver,

zehirlenmeyelim.

 

sorduğumda lanetleriz,

şimdi kutsayalım;

tadına varınca varoluşun

herkese haber ver,

ıssızlaşmayalım. 


sandığımda buluruz,

şimdi kaybedelim;

taşa geçtikçe izlerin

tertibine kast ederler,

olgunlaşmayalım.


çözdüğümde tıkanırız,

şimdi geri alalım;

laf çıkarsa haber ver

sarhoş zannederler,

ayıklanmayalım. 


durduğumda hatırlarız,

şimdi hepten unutalım;

bana gelince boşver

hiç gitmesek bile,

uzaklaşmayalım.

17 Mart 2009

hiç de kafi

herde bulduğum hiçin, 

arifesinde bekleyiş

yaklaşır, uzaklaşır

huysuzluğu da cabası.

taşınabilir yalnızlığımız,

herin bir anlatı

ötesinde mavilik.

hiç de komik, her de daim

hepsinden geçtim,

peki parmak uçlarım?


tersine yıkılan bir ev;

eninde dağılır,

sonunda kavuşur bahçeye.


ötesi hayalimde, hafifçe;

tersine havalanan bir kuş.


harfler bile içiçe geçmiş,

kim nereden bilsin

bundan sonra ne olacağını.

uyur-uyanık cümlelerin

birden çok ortası var,

biri kafi durmak için. 

sound-track

I tracked some sounds

of the happening;

watched the movie

of my secret own,

things have to clarify 

and be forgotten,

till the start of a now.


some I tracked sounds 

for the assassin;

reached the odd

over a victory,

roads have to signify

and be totalized,

before the finish of a past.

üçlem

(bir) çeşitlilik

herdedir muhakkak;
boşuna değil kelimelerin,
ortaya koydukları
çeşni detay ile işlenmiş,
ve söylenmeyen 
şüpheciliğimiz.


(iki) görelilik

çoğuldur muhakkak,
bir(i)birinedir öteki;
kendinden sonra başlayan
varoluşun.
bana göre şiir,
sana göre çikolata...

(üç) olasılık

vardır belki de,
çok daha fazlası
sabırsızlığımız.
bir şeylere son ararken;
ıskalar, başlangıçlar
asla tesadüf değil.

11 Mart 2009

camda iki

yağmur yağar,

camda iki insan.


elleri perdede kalır zarifçe.

hep zariftir elleri.

karanlıkta pek seçilmez, 

yüz hatları.

ama bilinir yine de;

elleri gibi.

ve bilinir gülümsemeler

illa görmek gerekmez bazen.


zarif el sallanır karanlıkta,

yağmur havada kalır,

gülümseyişler kalır

yüz hatlarında.


bilinir sadece,

görmek gerekmez bazen.


yağar üstüne eğimli sokakların

ve yağar insanın üstüne

ve içine.

camda iki insan,

yağmuru yavaşlatır

sindire sindire doldursun diye...

Yolculuklarda sadece, kendi halinde, sade

Yaylı çalgılara bayılıyorum.

Gözümü kapattım, açtım, kapattım yine;

Sesi açtım sonuna kadar ve uyudum.

Rüyadan dönüyordu bir çift,

Yolda karşılaştık, sanki bizdik.

Erkeğin saçları dökülmemiş, beyazdı yer yer

Olgun bir güven yayıyordu etrafına.

Kadında bir duru güzellik, ve en önemlisi

Anlamlıydı yüzü.

Gülümsedik yanyana geçerken.


Bahçelerden çok kendilerini sulayan

Gençlerle karşılaştım.

Haklıydılar,

Onların daha çok suya ihtiyacı vardı.

Benim de…

Suyun altında durdum bir süre.

Rüzgara döndüm kulaklarımı,

Yokoldu sesler, duyulmuyordu 

Gençlerin konuşmaları.

Sadece rüzgar ve su.


Neler yaratmadı ki bu rüzgar ve su

Diye geçirdim aklımdan.

Ne dağlara şekil vermiştir 

Yanağımdan aşağı süzülen su

Ne bitkiler döllemiştir 

Tenimi yalayan rüzgar.

Oradan ayrılırken gençlere selam verdim

Karşılık yoktu, herhalde görünmezdim o an

Başka türlüsü mümkün değildi

Evet evet en mantıklısı buydu

Görünmezdim.


Yanımda yürüyen rüzgara bir sigara uzattım

Almadı, peki dedim yaktım bir tane

Ama biliyordum, dayanamayacak yine içecekti o da

Bırakamazdı sigarayı, palavraydı hepsi

Nereden geliyorsun diye sordum

“Bir yerden gelip bir yere gitmem ben aslında

Zannedildiği gibi

Ben heryerdeyim, bilmem anlatabildim mi?”

Çok iyi anlamıştım

Sonra bir baktım yoktu.

Sigarama göz attım, yarıya gelmiş

Güldüm.



Uyandığımda sadece uyanmıştım 

Ve yol devam ediyordu.

Nefesli çalgılara bayılıyorum.

Sesi yükseltmek istedim, ama zaten…

Üzüldüm bir an.

Kendi sesimi azaltmaya karar verdim ben de…


Uyudum.


Rüyadan dönen kimseye rastlamadım,

Bir ben vardım ortalıkta.

Gerçi korkunç değildi bu durum

Uyumak için garip bir saatti

Saat kaçtı peki? Ne zamandır saate bakmamıştım

Yine de bakmadım

Biliyordum ki bir işe yaramayacak

Zamanın benimle ne işi olabilir ki


Bir traktör yanaştı, yavaşladı yanımda

Başımla selamladım onu

Saat kaç diye sordu

Bilmediğimi söyledim

Hem niye ilgilendiriyordu ki saat onu

Arkasından baktım

“Sana ne saatten be adam! 

Defol git rüyamdan” diye bağırdım

Gözden kayboldu


Uyandım, 

Rüyalarda sinirlenmek iyi değildi

Elbette ben de biliyordum bunu

Herkes bilir

Su.

Evet suya ihtiyacım vardı.

Bir dikişte içtim.

bir gece

Nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilmeden yürüdüm o gece. Kalabalık her zaman olduğu kadar yoğun değildi ve böylesi benim için çok daha iyiydi. Zihnimi dağıtmak için insanların yüzlerini inceliyordum yürürken ve bu durumdan çok da hoşnut olduğumu söyleyemem; muhtemelen boş bakışlarla etrafı süzüyordum. Kalabalığın az olması biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Aslında umurumda değildi boş bakışlarım, umurumda olan zihnimdekilerdi ve zihnim bana pek kolaylık sağlamıyordu o gece. Beni oraya buraya çekiştiriyor ve geriyordu. Sessiz sakin bir yere, evime gitmek ve kendimi kalabıkların arasında kaybetmek arasında gidip geliyordum sürekli. Yavaş ve ritimsiz adımlarla yol alırken sigara üstüne sigara yaktım bütün gece. Derken bir şarkı beni çekti ve kendimi bir kitapçının önünde buldum. Sigaramı içerken dinledim müziği. Ama yeteri kadar duyulmuyordu müzik ve elimde bir bira olsa hiç fena olmazdı. Kalabalıktan nefret ettim ve kendimi kitapların arasında buldum. Nereye gideceğimi bilmeden yürürken şimdi gözlerim kitap ve yazar isimleri üzerinde geziniyordu.

Müzik çalmaya devam etti ve elime kitaplar almaya başladım, durduğum yer tam da Bukowski kitaplarının önüydü. Birkaç şiir okudum önce, kitap arkalarına, ilk cümlelerine ve rasgele çevirdiğim sayfalarına göz attım. Kısa hayatını okudum. Her zaman düşündüğüm gibi çevirmeninin hayatını düşündüm. Hep merak etmişimdir ve çok az rastlarım bir kitapta çevirmeni hakkında bilgiye. Oysa bir insan bir kitabı boşuna çevirmez. Bir kitabı okuduğumda çevirmenin başka hangi kitapları çevirdiğini bilmek isterim ve hatta yazdıklarını. Ortak bir ilgi oluşmuştur çünkü o noktada çevirmenle. Yazarı kadar çevirmenini de kendime yakın hissederim bir kitabın. Hem yazar okumanın yanısıra çevirmen okumanın da ayrı bir güzelliği vardır benim için. Çevirdiği bir kitabı sevdiysem, diğer çevirileri de ilgimi çeker çoğunlukla.

Boris Vian kitaplarına göz attım sonra, Sartre kitaplarına, Palahniuk’a, bazı kitaplarda kapakta bile geçmiyordu çevirmenin ismi. Yayıncılara sinirlendim ve elimde hala bir bira yoktu. Oysa bir kitapçıda kitaplar arasında dolaşırken bira içmek ne kadar keyifli olurdu. Müzik hala çalıyordu ama ben artık daha çok kitaplara odaklanmıştım. Bir kaç kitap almaya karar verdim. Sanırım bu konuda kendimi pek dizginleyemiyorum özellikle son zamanlarda. Artık etiketlere de göz atıyordum. Bir Palahniuk bir Vian ve bir de Sartre aldım. Varoluşçuluk. İki baskısı vardı Varoluşçuluk’un, 2005 ve 2007. 2005’in kapağı daha yüksek gramajlıydı, koltuğumun altına koyup devam ettim. Bukowski bu furyaya yetişememişti, ona bakarken kitap almayı düşünmüyordum henüz. Sonra klasik dünya edebiyatı raflarına yöneldim, pek zamanı değildi sanırım. Çok vakit harcamadan şiir reyonuna geçtim ve bir de Cem Akaş kitabı aldım. İnce uzun düz bordo bir kapak, sadece yazarın ve kitabın ismini taşıyordu. Hafif pürüzlü bir doku ve henüz birbirinden ayrılmamış sayfalar. Çok çekiciydi. Dört kitap almıştım ve sanırım artık durmalıydım. Ama dolaşmaya devam ettim. Dergilere göz attım biraz. Sosyoloji, felsefe raflarında dolaştım. Yavaş yavaş kütüphane zamanlarımın geldiğini hissettim. Açıkçası gelmesini de istiyordum. Yirmiüç yaşındaydım ve doğru düzgün bir kütüphane alışkanlığım olmamıştı hiç*. Kalabalıklara sinirlendim ve özellikle kendime. Kalabalıklardan bana neydi ki?

Çıktığımda biraz rahatlamıştım. Kitap almak rahatlatıyor beni, sayfalara dokunmak. Sonra o kitap kokusu. Duyanda beni çok okuyan biri zannedecek, gerçi şu aralar fena okumuyorum ama okumak da yazmak da bir mücadele aslında benim için. Eksikliklerini hissediyorum hayatımda olmadıklarında ama yine de birşey yapamıyorum bazen. Hiç gitmeyeceklerini bilmek küstahça ve adice bir güven veriyor bana. Haksızlık ettiğimi de biliyorum onlara karşı. Gerçi yazmak çok farklı. Yazabildiğimden hiç emin olmadım. İlk gençlik yıllarımda beğenirdim yazdığım şiirlerin bazılarını. Düz yazıya pek yaklaşmazdım. Sonra o defterler kayboldu.

Yazdıklarım ve düşündüklerim beni heyecanlandırmalı önce, tabi yaptığım diğer şeyler de öyle. Kurduğum cümleler beni vurmalı. Beğeneceksem de beğenmeyeceksem de böyle olmalı bu. İnişlerim ve çıkışlarım ancak o zaman anlamlı olur. Heyecan vermeli yaşamak bana. Cümleler durduğunda uyku bastırır ya da bir başka şey yapma fikri dolar zihnime. Müziği mi değiştirmeli acaba? Gidip kendime bir votka daha mı koysam? Ellerim saçlarımın arasında gezinir, başımı tavana kaldırıp bakarım. Oysa bakmam gerken yer kendim olur çoğu zaman ve ben en cesur cümleleri henüz kurmadım. Ama müziği gerçekten değiştirmeli sanırım. İşte o anda albüm zaten bitmişse işlerin yoluna gireceğinin işaretidir. Yeni bir albüm koyarsın ve yeni bir yerdesindir artık. Üstelik eski yerini de zamansız terketmeden, tam kararında.


*Yirmibeş yaşındayım ve hala yok.

10 Mart 2009

on that EP

better not land me down,

so keep an eye on the dust.  


extended plays,

reflecting the uncertainity.

thrown over but known,

to end up in the ground.

surely spaced and 

relatively connected.

foresights of a stable,

extended that all;

we both play for.

considering the guilt;

ex-tend to say it loud

just-ice freezing me out.


and I won’t land you go;

one another play only, 

to extend then hold.